29 Haziran 2014 Pazar

İslam Şeriati

                                                                                                                                                                         

  “Benim kanım, Nasır ve arkadaşlarına lanet edecektir!.. Benim için yatağında ölmekle düşmanın elinde esir olarak ölmek arasında bir fark yoktur…”
Şehid ABDULKADİR UDEH ( 9 Ocak 1954 )

  Kitabına, “Biz Müslümanlar İslam olmakla ne kadar iftihar etsek yerindedir. Ancak üzülerek söyleyelim ki buna rağmen biz İslam’ın en mühim hükümlerini dahi bilmeyecek kadar cahil ve ihmalkârız”   sözleriyle giriş yapar, dava adamı ve büyük önderlerimizden bir olan kıymetli Abdulkadir Udeh.

Abdulkadir Udeh bizim İslami tarih yapraklarımızın en aydınlık çehresi ve en büyük iftihar kaynağımız olan hukuk âlimimizdir. Kendisinin İslam ceza hukuku alanında yazmış olduğu büyük eserleri, güneşe benzeyen çok parlak bir yıldızlar gibidir.  O bizim, elle tutulur bir rayihamız, yemyeşil bir bahçemiz gibidir. Babadan oğula geçen sağlam yapıtlar, metrekarelerce hesaplanmış servet temsili bir alametifarikadır. O kuranın en büyük çağdaş yorumu,  Rasulullah’ın en bilgili takipçilerindendir.

Onun âlimlerimiz arasında edindiği yer,  göğün en parlak ışığı, bahçenin en nadide köşesidir.  Çünkü eğer bir hayat, ilim ve mücadele doluysa onun değeri paha biçilmez olur.  Tümüyle yüklendiği İslam davasını şehadetiyle taçlandırması da kendisi için büyük bir onur olmuştur.,

Abdülkadir Udeh, İslam düşmanlarının karanlık çehrelerine savrulmuş asrın en kuvvetli şamardır. Onun İslam ceza hukuku hakkındaki çalışmaları bütün zamanlar için tedris ve tatbik edilecek şekilde geçerliliğini korumaktadır. Ve elimizdeki en temel kaynaklardan biridir.
Bu makalemde hakkında konuşmak istediğim kitap yazarın, İSLAM ŞERİATI adıyla kaleme aldığı eseridir. Eserin, hacmi küçük ama işaret ettiği anlamlar çok değerli özelliklere sahip. Ve kesinlikle daima diri tutulması gereken bir eser.

Abdulkadir Udeh, Mısır’lı bir hukukçudur. Ve şehit Hasan el Benna’nın ihvanı Müslim’in hareketiyle ismini duyurduğu çalışmalarının en taze meyvesidir. Çünkü Udeh Hasan el Benna ile tanışmadan önceleri şu düşüncelerin istilası altındaydı “ İslam olmasaydı İngilizler Mısır’ı istila edemezlerdi Müslümanlık ilim düşmanı geri bir zihniyet olmasaydı Müslümanlar böyle zayıf ve esir olurlar mıydı?”

Allah’ın hidayet lütfuyla Udeh, bütün Mısır’ı istila etmiş bu hain tuzaktan kurtulmuş ihvan saflarına katılarak Benna’dan sonra ikinci adam olma şerefine erişmişti. Fakat bu şanlı mücadele İngiliz kuvvetlerin işine gelmiyordu. İslam’ın şeriat nizamının tüm çağlara ve zamanlara uygun olduğunu ve bütün sahte doktrinlerden üstün olduğunu kaleme aldığı eserlerle ispatlaması bütün gözleri üzerine çevirdi.  Kimsenin yapamayacağı şeyi yaptı ve İslam şeriatıyla ilgili derli toplu eserler bıraktıktan sonra şehadete doğru yürüdü. Onun gibi büyük bir hukukçunun çalışmaları,  İslam nizamının hâkimiyeti demekti belki ve hayatta kalması çok sakıncalı görülmüştü.

Kitabında İslam’ın koyduğu hükümleri tanımlarken, bu hükümleri hem ibadet ve ahlak konularını hem de devlet nizamı, suçlar ve ceza hukukunu kapsadığını belirtir. ”Nasıl dini emirler İslam’ın bir parçasıysa devlet idaresinde diğer bir parçasıdır hatta en mühim esası.” der.

İslam nizamında fertleri suç ve zulümden koruyan şeyin şuur ve ahiret hassasiyeti olduğunu, beşeri sistemlerde ise,  fertleri kendisine itaat ettirmek için kalplerde yerleşmesini saylayan herhangi bir manevi unsurun olmadığını söyler.  Hiçbir beşeri sistemde, İslam’daki Allah korkusunun yerini tutacak bir nüvenin bulunmadığını söyleyerek, dikkatleri beşeri kanunların sahte yüzüne çevirir. Hiçbir manevi dinamik taşımayan bu tür kanunların cezalarından kurtulmanın yolunu bulan kişilerin kanunları rahatlıkla çiğnediğini ve bu kesimin genellikle güçlü ve münevver kesimden oluştuğunu söyler.
 Bir hukuk doktorası öğrencisi kendisine: “ Kurandan, din ile devletin birbirinden ayrılmadığına ve İslam’ın bir devlet nizamı olduğuna dair bir tek örnek verebilir misiniz?” diye sorunca, esefle “hadisten olmaz mı” der. Öğrencisi: “Hayır yalnızca kurandan“ deyince, heyhat diyerek, gencin hadisinde hüccet olduğunu bilmeyecek kadar İslami cehalet sahibi olduğunu düşünerek iç geçirir. Yine de ona, kısas (bakara 178), maktuller (nisa 92), hırsızlık (maide 37), Allah ve resulüne harp açanlar (maide 32), zina (nur 2), iftira ile ilgili cezaları öngören ayetleri okur.  Bu ayetlerin inanlar için yeterli bir delil olmasına rağmen, İslam’ın parçalanmaz bütünlüğünü inkâr edenlerin küfre düşeceğini söyler. 

Kitabında,  Beşeri sistemlerin doğuş kaynağının bozuk olduğunu, çünkü içinde bulunduğu toplumun görüş ve durumlarına uygun olarak geliştikleri için toplumların değişmesiyle sistemlerinde değişeceğini belirtir. Oysa insanın arzusu ebedilik ve daimilikten yana olduğunu ve kolayca değişmeyen şeyler aradığını belirtir. Aslı itibariyle değişmeye müsait olan hiçbir nizamın kati bir bağlayıcılığı olmayacağını söyleyen yazar, İslam nizamının hüküm sürdüğü hakiki bir devletin hayalini sanki bütün zerrelerinde hisseder.




Ondaki bu coşku, inanç ve tam ve nitelikli güven, okuyucuyu kendisine bağlayan çok sağlam dinamiklere sahip. Bence kalem denilen Allah’ın adı üstüne yemin ettiği kuvvet, sahte duyguları taşıyanları da, Udeh gibi hakiki bağlıları da ele verecek kadar vefalıdır. Onun İslam nizamına adanmış örünü yazan da, şehadete doğru giderken söylediği sözlerini yazıp kaydedende o kalemden başkası değildir. Ve kalem, Udeh gibilerin eline geçinde ne de muazzam alametifarikalar doğuyor…  

Udehe göre, Bütün eserler sanatkârın özelliğini taşır. İslam nizamı yaratıcıdan geldiği için kusursuz ve kâmildir. Ve insan kemale ermedikçe onun ortaya koyduğu nizam asla kemale eremez. Ve çok iyi bilinir ki insanın kemale ermesi imkânsızdır. Fezaları keşfe kalkan insan daha kendi kendisinden habersizken onun uydurduğu sistemler nasıl yeterli olsun?

Beşeri sistemler daima tolumun gerisindedirler. Çünkü onlar toplumu kendisine değil kendisini toplumlara uydururlar. Çünkü zaten toplum ve insan icadıdırlar. Toplumların icat ettiği her düzen topluma uysun için düzenlenmiştir. Oysa İslam kendini toplumun gidişatına göre değil, toplumu kendi kaidelerine uydurmak için var olduğundan dolayı daima toplumun üzerinde, bütün zamanlara yönelik bir nizamdır. Çünkü zaten Allah’ın yarattığı her çağ ve zaman İslam nizamına uymakla sorumludur. Allahın nizamında çağın değişmesiyle değişecek değildir.
Bazı evvel akıllar, İslam’ı bu ileri çağa yakıştıramıyorlar belki, çünkü onlar batı aklının kölesi olmuş zavallı kişilerdir. O hayran oldukları gelişmiş teknik, Başka türlü düşünmek ile ilgili kafalarında belirecek her şeyin izini sildiği için, bellekleri asla fabrika ayarına dönemez. Âdemi, eşyayı, cenneti unuttukları için dünya cennetleriyle avutulup uyutulurlar. Ve insanın aslını oluşturan bütün mekanizmaları, ilkel çağlar diye adlandırırlar. Oysa asıl ilkellik, İslam’dan başka nizamlara razı olan bozuk fıtrattan başkası değildir ve tarih, bu bozuklukla mücadele eden nice erlerin destanlarını yazmıştır çoktan. 

Yazar,  İslam ülkelerinde batılı sistemlerin benimsenmesini  üç  şeyle açıklar; Avrupa’nın maddi ve manevi sömürgesi, bizi bizden olmayanların idare etmesi, ve cahil bıraktırılan Müslümanlar dan kaynaklandığını söyler. Ve “Eğer bu sistemi tam olarak tesis edebilsek bütün dünya bizi örnek alırdı” der.

Kitabında şöyle bir soru sorar:  Beşeri sistemlerin hükmü ile İslam hükmü çatışırsa hangisi tercih edilmeli?  “Tabi ki Allah’ın hükmüdür! Allah’ın hükmünü terk eden kişilerin bunu inkâr sebebiyle yaptıklarında kafir, inkardan dolayı değil de keyfi sebeplerden olursa fasık, eğer inkardan dolayı değil ve verdiği hükümde adaleti terk etmez ve şahsi menfaat gözetmeden karar verirse bu kişi Allah’ın hükmünden başkasıyla hükmettiği için fasık olur” der.

Kitabın ikinci bölümünde yazar, adalet eşitlik ve özgürlük kavramlarını bütün dünyanın İslam’dan öğrendiğini uzun uzun izah eder. İslam’daki hürriyeti beşeri sistemlerdekinden ayıran tek nüans, zulüm, ahlaksızlık, taşkınlık sebebi olmasına izin verilmemesi olarak açıklar. Yani yaratıcının kanunları ile sınırlı bir özgürlükten bahseder. Batıdaki özgürlük, sınırlarını kendi hevasına göre belirlediği bir özgürlüktür. Oysa aslen her şeyin sınırını yalnız Allah belirlemeli.

Yazar kitabında şu iddiaları tamamen çürütür ve reform hayalcilerinin bütün heveslerini kalplerinin içine gömer. 1) İslam bu asra uymaz. 2) İslam’ın bazı hükümleri değiştirilmelidir. 3) İslam’ın bazı hükümlerinin tatbik edilmesi imkânsızdır. Kitap bize, bu düşüncelerin ne denli asılsız olduğunu öğretir. 

 Ve kitabın bir bölümünde çok güncel bir meseleye parmak basan yazar : “Bir takım münevver kitle İslam hukukunun fıkıhçıların eseri olduğunu söylerler” dedikten sonra, birisinin ona şöyle dediğini anlatır; ‘Ben mezhep imamlarının dehasına hayranım onlar insanüstü varlıklardır.’ Adamın bu düşüncesini hayretle karşılayan yazar,  hiçbir fıkıhçının meseleleri tanzim ederken kendi yanlarından bir şey getirmediklerini ve istisnasız hiçbir hükümde kuran ve sünnetin dışında çare aramadıklarını söyler. Onların yaptığı tek şey delillere vakıf olmaktır ve hiçbirisi şeriatın dışında bir kaynağı kullanmamışlardır. Onlar sadece meseleleri açıklamış şerh etmişlerdir. Dolayısıyla fevkaladelik İslam nizamındadır fıkıhçılarda değil.

Yazarın en büyük üzüntüsü: Bizim İslam’ı, günün anlayacağı mizanpajlarla güncel bir şekilde sunamamamız ve yeni nesli İslam’a çekemememiz… Bugünkü halimizden hepimiz mesulüz der ve daha çok çalışmak gayret etmek zorunda olduğumuzu, eski eserleri güncelleyerek bugüne aktarmamız gerektiğini söyleyerek omuzlarında hissettiği yükü birlikte yüklenmeye çağırır.

İslam eski azametine kavuşuncaya kadar gayret…
Kitabı okuduğunuzda derin bir gayret, hüzün ve direniş esintilerinin üzerinize esmesini temenni ediyorum…
Allaha emanet olun
Umeyme Vera



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder