29 Haziran 2014 Pazar

İslam Şeriati

                                                                                                                                                                         

  “Benim kanım, Nasır ve arkadaşlarına lanet edecektir!.. Benim için yatağında ölmekle düşmanın elinde esir olarak ölmek arasında bir fark yoktur…”
Şehid ABDULKADİR UDEH ( 9 Ocak 1954 )

  Kitabına, “Biz Müslümanlar İslam olmakla ne kadar iftihar etsek yerindedir. Ancak üzülerek söyleyelim ki buna rağmen biz İslam’ın en mühim hükümlerini dahi bilmeyecek kadar cahil ve ihmalkârız”   sözleriyle giriş yapar, dava adamı ve büyük önderlerimizden bir olan kıymetli Abdulkadir Udeh.

Abdulkadir Udeh bizim İslami tarih yapraklarımızın en aydınlık çehresi ve en büyük iftihar kaynağımız olan hukuk âlimimizdir. Kendisinin İslam ceza hukuku alanında yazmış olduğu büyük eserleri, güneşe benzeyen çok parlak bir yıldızlar gibidir.  O bizim, elle tutulur bir rayihamız, yemyeşil bir bahçemiz gibidir. Babadan oğula geçen sağlam yapıtlar, metrekarelerce hesaplanmış servet temsili bir alametifarikadır. O kuranın en büyük çağdaş yorumu,  Rasulullah’ın en bilgili takipçilerindendir.

Onun âlimlerimiz arasında edindiği yer,  göğün en parlak ışığı, bahçenin en nadide köşesidir.  Çünkü eğer bir hayat, ilim ve mücadele doluysa onun değeri paha biçilmez olur.  Tümüyle yüklendiği İslam davasını şehadetiyle taçlandırması da kendisi için büyük bir onur olmuştur.,

Abdülkadir Udeh, İslam düşmanlarının karanlık çehrelerine savrulmuş asrın en kuvvetli şamardır. Onun İslam ceza hukuku hakkındaki çalışmaları bütün zamanlar için tedris ve tatbik edilecek şekilde geçerliliğini korumaktadır. Ve elimizdeki en temel kaynaklardan biridir.
Bu makalemde hakkında konuşmak istediğim kitap yazarın, İSLAM ŞERİATI adıyla kaleme aldığı eseridir. Eserin, hacmi küçük ama işaret ettiği anlamlar çok değerli özelliklere sahip. Ve kesinlikle daima diri tutulması gereken bir eser.

Abdulkadir Udeh, Mısır’lı bir hukukçudur. Ve şehit Hasan el Benna’nın ihvanı Müslim’in hareketiyle ismini duyurduğu çalışmalarının en taze meyvesidir. Çünkü Udeh Hasan el Benna ile tanışmadan önceleri şu düşüncelerin istilası altındaydı “ İslam olmasaydı İngilizler Mısır’ı istila edemezlerdi Müslümanlık ilim düşmanı geri bir zihniyet olmasaydı Müslümanlar böyle zayıf ve esir olurlar mıydı?”

Allah’ın hidayet lütfuyla Udeh, bütün Mısır’ı istila etmiş bu hain tuzaktan kurtulmuş ihvan saflarına katılarak Benna’dan sonra ikinci adam olma şerefine erişmişti. Fakat bu şanlı mücadele İngiliz kuvvetlerin işine gelmiyordu. İslam’ın şeriat nizamının tüm çağlara ve zamanlara uygun olduğunu ve bütün sahte doktrinlerden üstün olduğunu kaleme aldığı eserlerle ispatlaması bütün gözleri üzerine çevirdi.  Kimsenin yapamayacağı şeyi yaptı ve İslam şeriatıyla ilgili derli toplu eserler bıraktıktan sonra şehadete doğru yürüdü. Onun gibi büyük bir hukukçunun çalışmaları,  İslam nizamının hâkimiyeti demekti belki ve hayatta kalması çok sakıncalı görülmüştü.

Kitabında İslam’ın koyduğu hükümleri tanımlarken, bu hükümleri hem ibadet ve ahlak konularını hem de devlet nizamı, suçlar ve ceza hukukunu kapsadığını belirtir. ”Nasıl dini emirler İslam’ın bir parçasıysa devlet idaresinde diğer bir parçasıdır hatta en mühim esası.” der.

İslam nizamında fertleri suç ve zulümden koruyan şeyin şuur ve ahiret hassasiyeti olduğunu, beşeri sistemlerde ise,  fertleri kendisine itaat ettirmek için kalplerde yerleşmesini saylayan herhangi bir manevi unsurun olmadığını söyler.  Hiçbir beşeri sistemde, İslam’daki Allah korkusunun yerini tutacak bir nüvenin bulunmadığını söyleyerek, dikkatleri beşeri kanunların sahte yüzüne çevirir. Hiçbir manevi dinamik taşımayan bu tür kanunların cezalarından kurtulmanın yolunu bulan kişilerin kanunları rahatlıkla çiğnediğini ve bu kesimin genellikle güçlü ve münevver kesimden oluştuğunu söyler.
 Bir hukuk doktorası öğrencisi kendisine: “ Kurandan, din ile devletin birbirinden ayrılmadığına ve İslam’ın bir devlet nizamı olduğuna dair bir tek örnek verebilir misiniz?” diye sorunca, esefle “hadisten olmaz mı” der. Öğrencisi: “Hayır yalnızca kurandan“ deyince, heyhat diyerek, gencin hadisinde hüccet olduğunu bilmeyecek kadar İslami cehalet sahibi olduğunu düşünerek iç geçirir. Yine de ona, kısas (bakara 178), maktuller (nisa 92), hırsızlık (maide 37), Allah ve resulüne harp açanlar (maide 32), zina (nur 2), iftira ile ilgili cezaları öngören ayetleri okur.  Bu ayetlerin inanlar için yeterli bir delil olmasına rağmen, İslam’ın parçalanmaz bütünlüğünü inkâr edenlerin küfre düşeceğini söyler. 

Kitabında,  Beşeri sistemlerin doğuş kaynağının bozuk olduğunu, çünkü içinde bulunduğu toplumun görüş ve durumlarına uygun olarak geliştikleri için toplumların değişmesiyle sistemlerinde değişeceğini belirtir. Oysa insanın arzusu ebedilik ve daimilikten yana olduğunu ve kolayca değişmeyen şeyler aradığını belirtir. Aslı itibariyle değişmeye müsait olan hiçbir nizamın kati bir bağlayıcılığı olmayacağını söyleyen yazar, İslam nizamının hüküm sürdüğü hakiki bir devletin hayalini sanki bütün zerrelerinde hisseder.




Ondaki bu coşku, inanç ve tam ve nitelikli güven, okuyucuyu kendisine bağlayan çok sağlam dinamiklere sahip. Bence kalem denilen Allah’ın adı üstüne yemin ettiği kuvvet, sahte duyguları taşıyanları da, Udeh gibi hakiki bağlıları da ele verecek kadar vefalıdır. Onun İslam nizamına adanmış örünü yazan da, şehadete doğru giderken söylediği sözlerini yazıp kaydedende o kalemden başkası değildir. Ve kalem, Udeh gibilerin eline geçinde ne de muazzam alametifarikalar doğuyor…  

Udehe göre, Bütün eserler sanatkârın özelliğini taşır. İslam nizamı yaratıcıdan geldiği için kusursuz ve kâmildir. Ve insan kemale ermedikçe onun ortaya koyduğu nizam asla kemale eremez. Ve çok iyi bilinir ki insanın kemale ermesi imkânsızdır. Fezaları keşfe kalkan insan daha kendi kendisinden habersizken onun uydurduğu sistemler nasıl yeterli olsun?

Beşeri sistemler daima tolumun gerisindedirler. Çünkü onlar toplumu kendisine değil kendisini toplumlara uydururlar. Çünkü zaten toplum ve insan icadıdırlar. Toplumların icat ettiği her düzen topluma uysun için düzenlenmiştir. Oysa İslam kendini toplumun gidişatına göre değil, toplumu kendi kaidelerine uydurmak için var olduğundan dolayı daima toplumun üzerinde, bütün zamanlara yönelik bir nizamdır. Çünkü zaten Allah’ın yarattığı her çağ ve zaman İslam nizamına uymakla sorumludur. Allahın nizamında çağın değişmesiyle değişecek değildir.
Bazı evvel akıllar, İslam’ı bu ileri çağa yakıştıramıyorlar belki, çünkü onlar batı aklının kölesi olmuş zavallı kişilerdir. O hayran oldukları gelişmiş teknik, Başka türlü düşünmek ile ilgili kafalarında belirecek her şeyin izini sildiği için, bellekleri asla fabrika ayarına dönemez. Âdemi, eşyayı, cenneti unuttukları için dünya cennetleriyle avutulup uyutulurlar. Ve insanın aslını oluşturan bütün mekanizmaları, ilkel çağlar diye adlandırırlar. Oysa asıl ilkellik, İslam’dan başka nizamlara razı olan bozuk fıtrattan başkası değildir ve tarih, bu bozuklukla mücadele eden nice erlerin destanlarını yazmıştır çoktan. 

Yazar,  İslam ülkelerinde batılı sistemlerin benimsenmesini  üç  şeyle açıklar; Avrupa’nın maddi ve manevi sömürgesi, bizi bizden olmayanların idare etmesi, ve cahil bıraktırılan Müslümanlar dan kaynaklandığını söyler. Ve “Eğer bu sistemi tam olarak tesis edebilsek bütün dünya bizi örnek alırdı” der.

Kitabında şöyle bir soru sorar:  Beşeri sistemlerin hükmü ile İslam hükmü çatışırsa hangisi tercih edilmeli?  “Tabi ki Allah’ın hükmüdür! Allah’ın hükmünü terk eden kişilerin bunu inkâr sebebiyle yaptıklarında kafir, inkardan dolayı değil de keyfi sebeplerden olursa fasık, eğer inkardan dolayı değil ve verdiği hükümde adaleti terk etmez ve şahsi menfaat gözetmeden karar verirse bu kişi Allah’ın hükmünden başkasıyla hükmettiği için fasık olur” der.

Kitabın ikinci bölümünde yazar, adalet eşitlik ve özgürlük kavramlarını bütün dünyanın İslam’dan öğrendiğini uzun uzun izah eder. İslam’daki hürriyeti beşeri sistemlerdekinden ayıran tek nüans, zulüm, ahlaksızlık, taşkınlık sebebi olmasına izin verilmemesi olarak açıklar. Yani yaratıcının kanunları ile sınırlı bir özgürlükten bahseder. Batıdaki özgürlük, sınırlarını kendi hevasına göre belirlediği bir özgürlüktür. Oysa aslen her şeyin sınırını yalnız Allah belirlemeli.

Yazar kitabında şu iddiaları tamamen çürütür ve reform hayalcilerinin bütün heveslerini kalplerinin içine gömer. 1) İslam bu asra uymaz. 2) İslam’ın bazı hükümleri değiştirilmelidir. 3) İslam’ın bazı hükümlerinin tatbik edilmesi imkânsızdır. Kitap bize, bu düşüncelerin ne denli asılsız olduğunu öğretir. 

 Ve kitabın bir bölümünde çok güncel bir meseleye parmak basan yazar : “Bir takım münevver kitle İslam hukukunun fıkıhçıların eseri olduğunu söylerler” dedikten sonra, birisinin ona şöyle dediğini anlatır; ‘Ben mezhep imamlarının dehasına hayranım onlar insanüstü varlıklardır.’ Adamın bu düşüncesini hayretle karşılayan yazar,  hiçbir fıkıhçının meseleleri tanzim ederken kendi yanlarından bir şey getirmediklerini ve istisnasız hiçbir hükümde kuran ve sünnetin dışında çare aramadıklarını söyler. Onların yaptığı tek şey delillere vakıf olmaktır ve hiçbirisi şeriatın dışında bir kaynağı kullanmamışlardır. Onlar sadece meseleleri açıklamış şerh etmişlerdir. Dolayısıyla fevkaladelik İslam nizamındadır fıkıhçılarda değil.

Yazarın en büyük üzüntüsü: Bizim İslam’ı, günün anlayacağı mizanpajlarla güncel bir şekilde sunamamamız ve yeni nesli İslam’a çekemememiz… Bugünkü halimizden hepimiz mesulüz der ve daha çok çalışmak gayret etmek zorunda olduğumuzu, eski eserleri güncelleyerek bugüne aktarmamız gerektiğini söyleyerek omuzlarında hissettiği yükü birlikte yüklenmeye çağırır.

İslam eski azametine kavuşuncaya kadar gayret…
Kitabı okuduğunuzda derin bir gayret, hüzün ve direniş esintilerinin üzerinize esmesini temenni ediyorum…
Allaha emanet olun
Umeyme Vera



Modernizmin İslam Dünyasına Girişi


modernizmin islam dünyasına girişi ile ilgili görsel sonucu

Şehir kütüphanesinin dayattığı felsefe okumalarının yetmediğini anlamam, babamın kütüphanesindeki zenginliklere yönelme sebebi oldu.  Büyük zengin kütüphanemizin en ilginç kitapları ise İnsan yayınlarının meşhur kitaplarıydı.
O acayip şehir kütüphanesindeki felsefe kültürünün en büyük seslenişi,  kavrayış melekelerime yönelikti.  Felsefe kitaplarını okuyabildikten sonra, hangi konu yelpazesinde olursa olsun kitap okumak kolay oluyordu artık.

MODERNİZMİN İSLAM DÜNYASINA GİRİŞİ adlı kitap, ilk okuduğumda devasa bir bilinç depremi oluşturmuş, bunun gibi kitapları okumaya devam etmem için adeta bir kapı görevi üstlenmişti. Böylece, okuduğum bütün batı kaynaklı felsefe kitaplarıyla ilgili edinimlerimden de aldığım yardımla,  İslam ve batı medeniyeti, İslam kültürü ve batı kültürü kafamda şekilleniyor ve İslam kültürünün modern akımlarla kurduğu temasları adım adım takip edebiliyordum.
İslam üzerinde gerçekleştirilmesi amaçlanan bütün tahribat faaliyetlerinin birinci ve baş meselelerimin arasında yer almasına bunun gibi eserlerin büyük roller oynağı, bu kitabı ikinci okuyuşumda kendini ele verdi.   M Muhammet Hüseyin’in bu kitabı öyle kalıcı fay hatları oluşturmuştu ki, hala sarsıntılarını hissettirecek kadar kuvvetliydiler.
 Bugün kuran ahkâmının tahribatı meselesi etrafına akın akın öbeklenen modernist seslerin, beni çok yakından ilgilendiren meselelerin başında olması, bu eserdeki temelden kaynaklanıyor olsa gerek.
Bu kitap, batı dünyasının İslam dünyasının temelinde bulunan bütün dinamiklere müdahale ederek onun, hem maddi hem de manevi kaynaklarını sömürüş olayını hikâye ediyor.
Yazara göre, Batı dünyasının İslam dünyasını modernleştirmek istemesinin aslı, onu sömürüye daha yatkın ve uyumlu bir hale getirme çabasından başka bir şey değildir. Ve ayrıca medenileştirdiği İslam dünyasındaki cihat hareketlerini de denetleyerek kendi varlığını emniyet altına almış olacaktı.  Batı, kendi karşısında duracak, asil ve kuvvetli değerleri olan bir İslam dünyası istemiyor, güçlü cihat hareketleri olan kökü toprakta başı semaya kadar uzanan bu din ile yaptığı mücadelede üşenmeden hiçbir kaynağı kullanmamaktan kaçınmıyor.  

Batılı düşünce, İslam dünyasındaki çıkarlarını devam ettirmek için silahlı ordu kullanmak istemiyor onun yerine bazı adamları kullanarak reform,  modernizm,  hürrüyet, özgürlük ve milliyetçilik gibi kuramların karanlık ruhlarıyla İslam dünyasının aydınlık semalarını karartmaya çalışıyordu. Bütün kavramlarıyla zaten kökleşmiş, kendi kemaletini tamamlamış bu dine sonralardan böyle bazı kavramları dayatıyor ve zaten aslında var olan bütün kavramları eleştiriyordu.  Böyle örgütsel çalışmaların askeri faaliyetten farkı, daha etkin ve kolay olmasıydı.  Medeniyet hareketi dediği şeydeki tek amacı, üçüncü dünya ülkelerini daha sorunsuzca sömürmek, herhangi bir direnişle karşılaşmadan işine bakmaktı.

Kısacası, Batıyla çelişmeyecek bir İslam anlayışı geliştirmek için İslam’ı yeniden yoruma tabi tutmayı öneriyordu. Maksadı kendi çıkarları ve güvenliğiydi. İslam dünyasının sadece İslam’la yükseleceğini bile bile batılı düşünceleri aşılamanın bundan başka ne amacı olabilirdi ki…
Sömürdükleri yerlerde kendi dilleri ve kültürlerini zorunlu tutuyor,  taklit etsinler diye batı ülkelerine öğrenciler gönderiyor, ülkede misyonerlik için kolejler açıyor, İslam’ı yeniden yorumlamak için kullandığı adamlara gazete dergi vb. faaliyetler için finans aktarıyordu.

Kullandığı adamlar, önceleri içtihat kapısı kapanmamalı derken, belli bir zaman sonrasında ise, bütün hükümler yeniden gözden geçirilmelidir deme cüretini gösteriyorlardı. Dikkat çekmeden, Yavaş yavaş hükümlere müdahale ediliyor, bir konuyu değerlendirdikten hemen sonra başka bir konuya geçiyorlardı. Bankalar, faiz, ticaret hatta tesettür…  “Tesettür iffetin sembolü değildir, batıdaki dans tamamen sanattır ve bunda yanlış bir şey yoktur.” demeye kadar götürmüşlerdi. Bankaların kullanımı konusunda ve haramlar hakkında çağa uygun fetvalar veriliyor, kölelik sistemi faizle derinleştirilmeye çalışılıyordu.

Milliyetçilik gibi bazı ideolojiler aşılanmaya çalışılarak her türlü ayrılık ve fitne tohumları ile İslam vahdetten uzaklaştırılıp zayıflatılmaya batı ise güçlendirilmeye çalışılıyordu. Batı dünyası, karşısında tek vücut bir toplum bulmak istemediğinden ayrılıkçı fikirlerin aşılanması için elinden geleni yapıyordu.

Eserin birinci bölümünde, kendi toplumu için reformist ve aykırı fikirleri, İslami gayret ve çalışma kisvesi altında yapan iki isimden söz edilir: Rıfa Tahtavi ve Hayrettin Tenusi.
Bunlar din ve ümmet bütünlüğünü bir kenara bırakarak vatan sevgisini aşılamaya, milliyetçilik tohumları ekmeye çalışırlar. Ta ki İslam birliği bozulsun. Tahtavi, hiçbir ilahi şeriata uymakla yükümlü olmayan ve bütünüyle hür irade üzerine kurulu bir toplumun hayalini kurar…

Yazar, eserin ikinci bölümünden oluşan yaklaşık 50 sayfalık bölümün tamamında, meşhur Cemalettin Afgani ve Muhammet Abduh ‘dan bahsediyor. Modernist reformist ve İslam kültürü ile batı kültürünü yaklaştırıcı hareketlerin başkanlığını kuşkusuz bu iki ismin yürüttüğünü ifade eder.
Bu iki isimin, bazı etkili kurumlarca sürekli propagandalarla gerçeğin aksine parlak ve meşhur gösterildiğinden dolayı gerçek yüzlerinin daima gizlenmeye çalışıldığını anlatır. Onun bu çıkarsamasına inanmamak mümkün değildir.  Bu isimlerin asrımızda bile koruyucusu, savunucusu ve takipçilerinin olduğunu gözlediğimizde hayretler içinde kalabiliyoruz.

Oysa elimdeki eserde Afgani’nin kimliğinin bile doğru olmadığı anlatılır. “Afgani kendi nesebini saklamıştır. Kendisinin Afganlı bir Sünni olduğunu söyler. Fakat yapılan araştırmalar onun İranlı bir şii olduğunu kuşku götürmez delillerle ortaya koymuştur. Seyit olduğunu ve nesebinin Hz. Hüseyin’e dayandığını söylemesi de kimliği gibi asılsızdır.” Yazar onun gerçek kimliğini ifşa eden delileri de kitabında anlatır. 

Yazar bu bölümde Afgani ile ilgili şunları der:  Mısır’a ilk gizli örgüt faaliyetini Afgani sokmuştur. Her nereye gitmişse orada da çeşitli örgütler kurmuş ve daha yeni kurulan örgütünün sayısı on binlere ulaşmış ve bu örgütlere tek bir Mısırlı dahi üye olmamıştır.  Hepsi de Yahudilerden uluşmaktadır.    
Faaliyet alanı, Şam, Mısır, Sudan’dan Tunus’a kadar uzanan “Urvetül Vuska” adlı gizli bir örgüt kurmuştur. Örgütün faaliyet alanı çok geniştir. Mısırda Fransız doğu locasına bağlı bir mason locası da kurmuştur.

 Bu localar tarafından aylık maaşı ödeniyor ve Yahudi konutları içinde evi de hazır tutuluyordu. Her yerde gizli ihtilaller tezgâhlıyor ve gazete ve yayın organları kuruyordu. Her ülkede böyle yayınları kurup etrafındaki adamlarına devrediyor ve uzaktan da olsa sürekli denetliyordu.
Birçok suikast ve adam öldürme işinde adı geçiyor, mesela kitapta, İran Şahı Nasruddin’e bir suikast tertiplediği yazıyor. Çünkü Şah Nasiruddin kendisini kovmuş, o da İranlı Mirza Rıza denilen birine şahı öldürtmüş.

Başka suikast fiilleri de var. Zaten İran, Afgan, Hicaz,  Mısır, Türkiye, Fransa, Avusturya, İngiltere, Rusya arasında sürekli mekik dokuyan bir kişi… “Bir bakıyorsunuz Araplara özgü kıyafetler giyiniyor, bir bakıyorsunuz şii âlimleri gibi giyinmiş, bir akıyorsunuz türk fesi giymiş! Nereye gitse oradaki kişiliğine devam eden onlarca kişilik ve kılıkta dolaşan bir tip… Bu bitip tükenmeyen seyahatlerini de kimin finanse ettiği merak konusu. İngiliz mr Blunt ile kurduğu yakın ilişkiler de çok dikkat çekiyor.  Ne zaman İngiltere’ye gitse onun evinde sınırsızca ikamet ediyor.

 Yazar, Afgan’inin en yakın arkadaşları hristiyan ve yahudilerden oluştuğunun, hatta doktorunun bile Yahudi olduğunun altını ısrarla çiziyor. Daima İslam birliğinden söz ettiği halde kurduğu örgütler gazete dergi vs. yayın kurulları hep yahudi üyelerle dolu olduğunu beyan ediyor.
Cemalettin Afgani deyince, Fransa’da doğan özgürlükçü akımı Mısır’da yaymak ve insanları bütün dinlerin bağından azat etmek isteyen, bir bakmışsın Darvinci bir bakmışsın vahdeti vücutçu, bir bakmışsın derin bir filozof kılığına bürünerek İslam’a tahribatlar vermeye adanmış bir ömür akla geliyor.

Osmanlı Şeyhul İslam’ı Hasan Fehmi Efendinin, peygamberliği sanatlardan bir sanat kabul ettiği, peygamberlikle filozofluğu bir tuttuğu için ve başka mülhit fikirleri yüzünden onu İstanbul’dan kovduğu anlatılır. El Ezher üniversitesindeki Şeyh Uleys tarafından yediği dayak da tarih kayıtlarında mevcuttur.

İslam toplumlarında kurduğu gizli örgütlerle ülkeleri karıştıran suikastlarla ve din bağını koparmış liberal özgürlükçülükle anılmış, İslam inancını tahrif etmek için elinden geleni yapmış ve din düşmanlarının açık desteğini arkasına almış bir adam…

Gelelim sadık bağımlı ve tutkulu öğrencisi Muhammet Abduh ‘a…  Gerçekten nede sadık bir öğrenciymiş!  Adeta sadık bir köle gibi Afgani’nin peşi sıra gidiyor.  Her şeye onun gözüyle bakıp onun aklıyla değerlendiriyor. Bir konuşmasında “Şamata çıkarmak için emir aldım” dediği gibi, şunun için bunun için efendimden (Afgani) emir aldım deyip duruyor.

İkisinin de sürekli temas halinde olduğu Cromer adındaki müsteşriğin şöyle dediği kaydedilmiş ,   “Şeyh Muhammet Abduh’un önderi olduğu ekolün Müslüman toplumu tarafından benimsenip benimsenmeyeceğini zaman gösterecek ben şahsen yavaş da olsa taraftar kazanacağını ümit ediyorum. Kuşkusuz İslami reformist hareketin geleceği, Muhammet Abduh’un çizdiği yolda ümit vadediyor. Ve o yolun yolcuları Avrupa’nın her türlü yardım ve teşviklerine layıktırlar. Onlar İslam birliği düşüncesi etkisinde değiller. (Onların işi) Batı medeniyetiyle hiçbir çatışmaya girmeden yardımlaşmak onu alıp kendi ülkelerine sokmaktır.” Onun bu sözleri bu iki kişinin gerçek yüzlerini ortaya dökmüş oluyor.

 Mr Blunt’un,  Abduh için özgürlükçü ve liberalist diye nitelemesinden anlaşılıyor ki bu ekol batılı düşünürlerle el ele,  akılcı bir ekoldür.  Bu ekolun mensupları İslam ile batı arasında yakınlık sağlama görevini üstleniyorlar. İngiliz bir papaz olan İsaac Taylor’un başlattığı İslam medeniyeti ile batıyı yakınlaştırma eylemi Muhammet Abduh’un bu çalışmalarıyla doruklara ulaştı.

Anlaşılan o ki Abduh, Fransa’nın akılcı ve özgürlükçü devrimi ve din olgusundan tamamen sıyrılarak insan aklına dayanan yönetim şeklini İslam dünyasına taşımakla görevlendirmiş olan ve adım adım dini tahrip ederek kökünü kesmeye çalışmak için eğitilmiş bir adamdır.

Kitabın bir sonraki bölümünde yazar,  Hindistan, Mısır, Pakistan, İran Irak, Endonezya, Suriye ve Lübnan gibi İslam ülkelerinden katılımlarla gerçekleşen bir takım kongrelerden bahseder. Kongreye bizzat Müslüman ülkelerde yaşayıp Müslümanların içine ustalıkla sızmış kişilerin katıldığı gibi, aynı zamanda İslami konularda araştırmalarda bulunan Amerikalı araştırmacılarında katıldığını söyler.
Bütün Batılılaştırma çalışmaları bu kongrelerin genel hasılatıdır. Çünkü bu kongrelerde toplanan konuşmacıların her biri kendi yaptığı çirkin işleri kurula tezler halinde sunar. Herkes, kendi çalışmalarını, çıkarımlarını, başarılarını, öneri ve tekliflerini sunarak, İslam dünyasını sömürmenin, İslami bilincini tahrif etmenin, kuran ahkâmını yok etmenin planlarını yapar. En güzel işler en büyük ödüllere layık tutulur. Ödüller övgüler alkışlar…

Bütün bunları yazarken, şunu ilave etmeden duramayacağım:  Bazı Müslüman düşünürlerimiz, kimi zaman samimiyetinden dolayı, kimi zamanda aklı çelinerek şöyle bir çıkarsamada bulunuyorlar: “Bütün bunları yapmış olamazlar bu onları çok yükseklerde görmek olur.”
Bu tip düşünceler kuma baş gömmekten başkası değildir. Hadi Elimizde bulunan bu tarihi vesikaları inkâr edelim, burnumuza kadar uzanan bu reformcu akılcı kişilere ne demeliyiz acaba? Biz inkâr ettikçe onlar kökleşiyor ve destek buluyorlar.

Bu kongreler şarkiyatçılık adı altında yapılıyor. Buna oryantalistlik te deniliyor. Bütün bu gayretlerin amacı İslam medeniyetini ortadan kaldırıp, süper güç ve devlet haline gelmek. Gücünü sömürdüğü ülkelerden alan batı medeniyetinin bugün geldiği nokta yaptığı bu kongrelerde gizlidir.
Medeniyetler ittifakı, koca bir yalandan başkası değildir. Onun aslı bütün medeniyetleri eritmek ve hepsini batı medeniyetine boyun eğdirmektir. Çünkü önceleri batı teknolojisini örnek alalım diyen reformist kişiler daha sonra  “Müslüman ülkeler batının sadece bir kısmını alarak başarı elde edemezler. Hepsini alırlarsa ancak başarırlar.” deme cüretini gösterdiler.  Bu bir felaket tellallığı değil, felaketin ta kendisidir. Ama Allah’ın kuşatıcı gücü kendi dinini daima bekayette kılacaktır, bundan hiç şüphemiz yoktur.

Kitapta yazar, bu kongrelerde sunulan konuları uzun uzun yazmış mutlaka ama mutlaka okumalısınız. Hepsini tasvir etmek bu makalemizin sınırlarını aşacaktır.
 Kitabın bir bölümünde bu çalışmalara Yahudi işadamı Rockefeller ailesinin finansör olduğu yazıyor. Ve batılı bir dinler tarihi bir profesörünün ” İslam in modern history”  kitabını özetlerken şunun altını çiziyor. “ Müslümanları tarih boyunca uygulanan İslam’la gerçek İslam’ın farklı farklı şeyler olduğuna inandırma” çalışması…

“ O yeryüzünde uygulanmasına imkan olmayan en yüksek bir ideal ütopik bir düşüncedir. Çağlar boyunca insanların uyguladığı şey İslam değildir, İslam tarihidir.”
“Biz İngiliz tipi bir Hristiyanlık olan kilise tarzında bize ait ve toplumumuzun bir parçası olan bir Türk Müslümanlığı kurmak istiyoruz” diyor profesör kitabında…
Yazar M Mumammed Hüseyin kitabın sonunu çok güzel bitiriyor. Son bölümlerde İslam dinini tasvir edip, bütün bu sahte ideolojileri yerden yere vuruyor. Bu çalışmaların bıraktığı izleri de esefle anlatıyor.

Kitabı mutlaka okuyun burada ifade etmeye çalıştığım şeylerden daha fazlasını bulacak, eksik bütün parçaları yerleştirmiş olacaksınız. Hatta etrafta çift atan reformist tipli kişilerin atacağı bir sonraki adımı bile bilip ona göre gardınızı alacaksınız.  Bazılarının “ Biz bu sahtekâr kişilerin zehirli oklarından nasıl kendimizi koruyacağız?” Diye sorduklarına şahit oluyorum.
Ben diyorum ki okuma yazma bilenlerimiz bir zahmet bütün bu kitapları okusun, kuranı sünneti ve sahabe tarihini de mutlaka ….

Doğruyu ve doğruyu eğriltme çabalarını…
Çift yönlü okuma….
Allaha emanet olun…  

Umeyme VERA

Müslüman Psikologların Çıkmazı


musluman psikologlarin cikmazi ile ilgili görsel sonucu




Eskiden okuduğumuz kitapları yeniden okumanın faydalarından bahseden bir konuşma dinlemiştim. O konuşmayı dinlerken bu kanıyı şiddetle savunan kişi yalnızca o konuşmayı yapan kişiydi. Bence ise ispatlanmamış bir bilgi niteliğindeydi o zaman… Bu makalemde eskilerde okuduğum ama künhüne vakıf olamadığım, ikinci okuyuşumda konularını daha iyi kavradığım bir kitaptan bahsedeceğim. Eser, eski ama oldukça popüler ve alanında tek gibi görünüyor.
   
Hakkında konuşmak istediğim Kitap,  Malik Babikir Bedri’nin kaleme aldığı Müslüman Psikologların Çıkmazı adlı kitabıdır.  Kitap, ilk yazıldığı dönemlerde çok konuşulduğu gibi günümüzde de halen konuşulmaya devam ediyor.

Yazar, Sudan doğumlu bir psikiyatrist. Yükseköğrenimini Beyrut Amerikan üniversitesinde bitirir. İngiltere, Londra’da derken Sudan’a döner.  İngiliz psikologlar derneği, ABD ve Kanada Müslüman sosyal bilimciler derneği, İngiliz davranışsal psikoterapi derneği gibi bu minvalde birçok derneğin üyesidir.  Kitabının ilk önsözünü New York eyalet üniversitesi yardımcı profesörü yazmıştır.

Yazar, bu kitabının Amerika’da, Müslüman sosyal bilimciler derneğine sunduğu dördüncü kongresinde “Kertenkele Çukurundaki Müslüman Psikologlar “ isimli tebliğine dayandığını belirtir. Kongrede sunduğu bu tezi (yani elimizdeki bu kitap) daha sonraları Amerika’da “İslami psikoloji” derneğinin doğmasına ve yine Amerika’da İslam ve psikoloji alanındaki ilk sempozyumun kurulmasına neden olacak şekilde çığır açıcı açılımlara öncülük yapmıştır.

Yazarın, Amerika ve İngiliz üniversitelerinde kongre, sempozyum vb. çok çeşitli faaliyetlere başkanlık ettiğini öğreniyoruz. Kitabı bu kadar popüler yapan şey, imajı ve iç fikirleri olsa gerek.  Amerika’da İslami psikoloji dallarının oluşmasına ve böylece her iki medeniyeti yaklaştırmaya katkı sağlaması, kendi alanında başardığı ilkleri temsil etmektedir.

Kertenkele çukurunu tasvir ederken, Müslüman psikologların batı kaynaklı psikoloji alanındaki teori ve pratikleri şuursuzca kopya etmeleriyle düştükleri çukur olarak izah eder. Kitabının temel konusu Müslüman psikologların batılı psikologları körcesine taklit etmesi üzerine bina edilmiştir. Müslüman psikologları batılı psikolojiyi taklit etme konusunda uyanık olmaya çağırırken, batı kaynaklı psikolojik teori ve uygulamaların arkasında yatan kültürü ve onların kılık değiştirmiş inançlarını gerektiği kadar eleştiriye ve tetkike tabi tutmalarının gerekliliğinin altını çizer. Çünkü yazara göre batı kaynaklı psikoloji tamamen belli ideoloji ve düşünce biçimine hizmet eden yanlı kuramlara sahip bir oluşumdur. Onların din hakkında yazdıkları yazılar, tamamen aslı bozuk Yahudi ve Hristiyan dininin mirasıdır. Onlar kendi dinlerini sorgularken Müslümanların da aynı şeyi yapmasının olağan dışı olduğunu söyler.

“İngiltere cerrahi dalında eğitim gören bir Pakistanlı ülkesine dönüp mesleğinde işe başladığında hemen hemen hiç adaptasyon ihtiyacı duymayacaktır.”  Çünkü tıp alanı inanç yapısı kültürel sistem vb. her türlü şeyden bağımsız tamamıyla anatomik bir alandır. Fakat konu psikoloji olunca sorun o kadar basit değildir.
Yazarın ısrarla altını çizdiği düşünce şudur:  Müslüman psikologlar, tamamıyla İslam dışı olan yapılara adapte eden ve ateizm barutunu ateşleyen varsayım ve teorileri akılsızca kabul ederse işte o zaman kertenkele deliğine tam olarak girmiş ve uymuş olurlar.


Malik Bedri: İslamcılar tasavvufa yönelmeli


Yazar aynı zamanda Müslüman psikologların, çocuk eğitimi konusunda da batılı teorileri kullanarak ebeveynleri kertenkele çukuruna davet etmekten kaçınmaları gerektiğini söyler Çünkü batılı anlayışa göre anne baba her zaman haksızdır. Çocuk çok narin ve kırılgandır her türlü fiziksel ve psikolojik cezadan kaçınmak gerekir diyen, batıdaki çocuk merkezli eğitimin aile kavramını öldürdüğünden, anne baba hakkına zarar verdiğinden bahseder. Çocuk her zaman haklıdır kuramının ve aşırı müsamahalı eğitimciliğin psikopat nesilleri yetiştirdiğini anlatır. “Eğer çocuklarınızın Amerikan filmlerindeki gibi büyüdüklerini ayaklarını masanın üstüne atarak karşınızda oturmasını ve siz yaşlanınca sizi huzur evine göndermesini isterseniz onu eğitirken batılı psikolojiyi takip edin.” der.

Onun bu kitabının hem batılı kaynakları memnun etmesi, hem de Müslüman okuyucu tarafından takdir görmesi çok hayret vericidir. 
Bir doğulu psikolog olan yazarımız aslında hiçbir batılıyı incitmemiştir ama kitabın ikinci bölümünde Müslüman eğitimcileri, Müslüman hocaları ve Müslüman geçleri incitmiştir. Kitabın bir bölümünde şu ifadelere rastlarsınız.:

“Ne yazık ki bu Müslüman inkılapçı gurupların yönlendirdiği işlerin çoğunu gerçekleştiren genç erkek ve kızların seçim ve eğitimlerinde şimdiye kadar yararlanılan kaba saba yöntemler, bu hareketlerin yerel hükümetlerle tehlikeli çarpışmalara girmelerine yol açmıştır. Bu İslami hareketlerin sürekli karşılaştıkları zorluklara İslam’a muhalif siyasal ve sosyal güçlerin sebep olduğu ve bu nedenle kaçınılmazlığı tartışma götürür ancak bu çatışmaların, örneğin;  Mısır Suriye Pakistan ve Sudan’daki yakın geçmişleri eleştirel ve TARAFSIZ! bir gözle incelendiğinde Müslüman çalışanların seçim ve eğitimlerindeki bu yetersizlik açıkça görülecektir. Duygularını kontrol altına alamayan bir lider veya manyak bir üye ve ülkesinin diktatör başkanına karşı göstereceği aşırı saldırgan tepkileriyle yüzbinlerce masum dindar kişinin taciz edilmesine veya hapse girmesine neden olacaktır.” Dedikten sonra “Müslüman psikoloğun orijinal katkılarıyla desteklenirse bu büyük hareketlere eleman yetiştirilmesinde büyük gelişmeler kaydedilecek ve en azından kaçınılabilir çatışmalar azaltılacaktır..” 

Merak ediyorum Mısır’daki bu manyak üye, ya da aşırı ve saldırgan lider kimdir? Ve aslen kime başkaldırmıştır?

Acaba o mısırlı manyak! Müslüman, nasıl bir eğitimden geçmeli ki, kendi ülkesinde sömürüye razı olup temel haklarından vazgeçsin?. Kitabın bir bölümünde Muhammet Kutup ’un halka verdiği bir konferansın ardından Suud’lu bir eğitimcinin “Müslüman olarak bizim modern psikolojiye ihtiyacımız yok” dediğini söyledikten sonra bizim modern psikolojiye olan ihtiyaçlarımızı anlatmıştır İslam’ı halk içinde yeniden diriltmek, İslami eğitimin kusurlarını gidermek ve Müslüman gençlerin eğitimine katkıda bulunmak isteyen bir Müslüman, bu tecdit işini kendi dinamikleri olan İslami dinamikleri kullanarak yapılmalıdır.

 Kitabın devamında önceki bölümlerde batıyı eleştirir gibi görünen sözlerini yeniden biçimler.  Ve aynıyla şunları der: “ Batı psikolojisinin biheyviyorizm ve Freud’un psikanaliz gibi okullarını eleştirdik. Bu okulların tümü ateist pozitivist felsefeden etkilenmişlerdir. Kötümser ve bozuk bir insan doğası kavramına sahiptirler. Dini ve manevi süreçlerle ilgili açıklamaları çok tarafgirdir. Bu genel eleştir, tüm batı psikolojisi materyalist ve ruhsuzdur ve hiçbir batı psikoloji okulu insanın manevi yönüne ve dini değerlerine olumlu yaklaşımda bulunmamıştır gibi yanlış BİR İZLENİM BIRAKMIŞ OLABİLİR.  Oysa gerçekte Freud’u ilk müritleri bile şiddetle eleştirmişlerdir.” Diyerek aslen eleştirdiği batılı okulları bu iki okulla sınırlamıştır. Bu söylediği okulların kertenkele deliklerine bir Müslüman psikoloğun girmesi zaten mümkün değildir.  Freud’un fikirleri zaten din ve ahlak düşmanlıklarıyla doludur.  Yazısının devamında Freud’un saçma kertenkele deliğini reddettikten sonra başka ve aynı derecede zararlı bir kertenkele deliğini tavsiye eder:

“Müslüman psikologlar Yahudi Hristiyan dinleri açısından dinamik ve psikolojide daha geniş bir perspektife sahip olmak için Junk’u okumalıdırlar. Ancak dine karşı olumlu bir tutum takınan denenmiş ve yararları görülmüş mistik özellikleri olan günümüz psikoloji okullarını tanırlarsa çok daha fazla istifade edebilirler. Böyle gözde okullardan biri HÜMANİSTİK PSİKOLOJİDİR. “

Ve kitabın devamında yazar hümanist psikolojiyi överek onun insanı, pasif bir otomat olarak değil, kendi alınyazısını çizen, tercih özgürlüğüne sahip aktif katılımcı ve kendi kendinin arkadaşı olarak gördüğünü ifade etmiştir.

Batıdaki insan eksenli, özgürlükçü ve yaratıcıyı dışlayıcı Fransız devriminin, bizim İnsanı yaratıcı karşısında hazır ol da tutan ve insan aklını yaratıcının direktifleri karşısında köleleştiren İslami yapımızla uyuşması asla beklenmemelidir.  Ve kâinatın yöneticisi benim diyen hümanizma, batılı insanın yaratıcı ile savaş tutmasından başkası değildir.

Batının hümanizmasının, kendi üst sınıfını oluşturmak ve diğer ülkelerdeki kaynakları kendine layık görmekten başkası olmadığı konusu, içinde bulunduğumuz yüzyılda yaşayan çağcıllarımız için artık ulaşılmaz bir bilgi değil.   

Uzun zaman önce Seminerine gittiğim bir yazar, Müslümanların elle tutulur bir hukuk sistemlerinin olmadığını ve artık olmayan bir şeye ihtiyacımız olmadığı şeklindeki dolaylı sözlerine karşın, kendisine yaptığım itiraza yeterli bir cevap verememiş ve bana bu kitaptan birkaç örnek vermeye çalışmıştı. Kitabı okuduğumu duyunca konuşmayı bitirmek zorunda kalmıştı.

Makalemin başında bahsettiğim ve bu kitabı ikinci defa okumamı tavsiye eden bir başka konuşmacıda, bu kitaptaki Müslümanları incitici sansasyonel ifadeleri Aynı derecede incitici bir tarzda alıntılayarak gönüllerimizi incitmişti.

Böylece bu kitabın övgüye değer yanları açığa çıkmış oldu.
Ve hangi düşünce tarafından övülebilir olduğu.
Allaha emanet olun

Umeyme vera



14 Ocak 2014 Salı

SABEDENLER VE ŞÜKREDENLER



                                                                  İKİ BOYUTLU HAYAT



   


     Ne zaman İbni Kayyum eserlerinden birini okumak için elime alsam, hocası İbni Teymiye’nin ilim sofrasından kifayet derecesinde sebeplenen bir genç aklıma gelir. Onca yaşlı görüntüsüyle, bizce tarih olmuş ve toprak içinde kemikleri dahi yok olmuş bir insanı, sanki hala henüz 15 inde bir ilim talebesi olarak görebiliyorum bazen. Hocasının  (ibni teymiye) dizinin dibinde ders halkalarına sebatla devam eden bir gençtir aslen İbni Kayyum.

Kitapları, her ne kadar klasik eserler şeklinde algılansa da, aslında çok dinamik bir beyinin ürünüdür ve asrımızda bile okuyucunun meselelerine ışık tutabilecek nitelikte güncelliğini halen korumaktadır.
İbni Kayyum’un kitapları dev bir ekolün, selef mantığının ve ilminin toparlayıcısıdır. Gelmiş ve geçmiş İslam birikiminin, selefe ait sözlerin ve hikmet parçacıklarının ihtiva ettiği ruhani eserlerinin yanında, akidevi konuları etraflıca sunan, satır satır ezberlenip hıfzedilmeye layık eserleri de vardır. Adeta ilmin ve hikmetin kaynağı olmuştur.

İbni Kayyum’un sabredenler ve şükredenler eserini okuduğumda, selef âlimlerinin dinin özünü bu kadar güzel anlayıp anlatabilmeleri karşısında heyecanla ürperdim. Ve elhamdülillah ki bu ümmetin ilim kanalları hep taze ve böyle dinamik âlimlerimiz var dedim. Bunu ümmet olmamızla ilgili bakarada geçen ayetin mucizevi bir yansıması olarak gördüm. Başka hiçbir semevi dine böyle bir ümmetin müjdesinin verilmemesinin sırrı, Ebu Bekir’de, Ebu Zer’de ve İbni kayyum’da saklıdır.

Kitap hem İbni Kayyum’un sabır ve şükür hakkındaki yorumlarını, hem de İbni Kayyum’dan da eski âlimlerin sabır ve şükür yorumlarını ihtiva ediyor.

Sabır ve şükür hakkında sağlıklı bir akide edinmek için, güncel ama bölük pörçük, asıl anlamını vermekten yoksun olan diğer kitaplardan feragat edip bu kitabı tedris etmek gerek. Sabrın ve şükrün nasıl insan hayatının merkezine oturduğunu, aslında hep o merkezde bir yerlerde tanımlanması gerektiğini idrak edince, hikmetin bu parçasına sahip olduğunuzdan dolayı çok bahtiyar oluyorsunuz.

Sabır nedir veya şükür nedir?  Bu soruyu bu kitabı okumadan cevap veriyorsanız mutlaka yanlış ya da eksik olacaktır. Allah, hikmet kanallarımızın paslarını silsin ve keşke doğru bir idrakle kendimizde bu fehme ulaşalım ama bence, bu birikimle işe başlayıp sonrasında ondan aldığımız ferasetle yol almamız, bu birikimi bir asır öteye bizim taşımamız daha hakkanidir.

Çünkü bu bir ümmet birikimidir ve Allah subhanehu ve Teâlâ’nın dilemesiyle bir sonraki asra zaten taşınacaktır. O zaman, kibri bırakmalı ve ucundan tutarak bunu taşıyan bizler olmalıyız. Peygamber bile yüzünü göğe doğru çevirerek bakınıp duruyor. Hiçbir öze kaynaklık etmeye soyunmuyor. İnsana ne oluyor ki, kaynağı kendinden olmayan bir dine kaynaklık etmeye çalışıyor hayret ediyorum.

Kitaptan sabırla ilgili bazı kesitleri okuduğunuzda bütün yazdıklarımda bana hak vereceksiniz:
“Sabır, alakalı olduğu konulara göre üç kısımdır: Birinci kısım emirleri ibadet ve taatları eda edinceye kadar yapılan sabırdır. İkinci kısım yasakları ve şeriata uygun olmayanları yapmamaya sabırdır. Üçüncü kısım kaza ve kadere kızmayıp bunlara sabırdır… İbni Teymiye, devamlı bu üç esas üzerinde durarak şöyle derdi: Ey oğulcağızım! Emredileni yap, haramlardan ve yasaklardan kaç ve takdir edilmiş olanlara sabret…”

“Sabır insanın yasaklardan uzak kalması belanın acılarını yudumlarken sükûnet ve vakarını muhafaza etmesidir”

Bu eserde sabır hakkında açıklama yapılırken çok toparlayıcı bir bakış açısı sunuluyor. Sabır hakkında genel anlayışa göre sabır, bela ve musibetlerle karşılaşınca yapılır. Bir musibet gelince feryat etmeksizin ilk anda sükûnetle davranırsın vs.

Fakat aslen sabır, sadece musibette değil insan hayatının her karesinde mevcuttur. Haramlardan kaçınırken, takvaya azmederken, emirleri titizlikle yerine getirirken, dili ve kalbi hak üzerinde tutmaya çabalarken meydana çıkar asıl sabır.

Sabır deyince sadece musibet akla gelememeli. Sabır deyince Hz. Âdem’in dünyaya inişindeki çileli yolculuğu, Allah’a giden yoldaki çektiğimiz çile ve sıkıntılar akla gelmeli. Namazda sabır, hatta huşuda sabır.  Evlatta şirk koşmamaya,  heva ordusuna karşı bir kalkan olan sabır. Yani iki boyutlu hayatımızın bir boyutu sabır, diğer boyutu da şükürdür.  

Şükür hakkında ise kitapta şöyle bir tanım var:  “ Şükür Allah’ın nimetlerini boyun bükerek itiraf etmek, kulun bütün güç ve takatini Allah’a ibadet ve itaat etmede sarf etmesidir.”
“Allah’ın nimetlerini gören kimse, kendi iyi amellerini görmez. İsterse en güzel ameli yapmış olsun. Çünkü Allah’ın nimetleri, onun amellerinden çoktur. Kul nimetin farkında oldukça onun hakkını gözetmeye gayret eder.” Nimeti görmek kendini yetersiz görmek ve ibadet yaptıkça yapmaktır.

Şükür denilince bazen şöyle bir tanım getiriliyor. “İbadetlerin başı şükürdür.” Oysa kitabı okuyunca bunu şöyle anlıyorsunuz. “Şükrün başı ibadetlerdir.”

Kalp ile nimeti idrak eder, kimden geldiğini fark edeceksin. Bu kalbin şükrüdür. Dil ile bunu ilan edeceksin bu dilin şükrüdür. Bütün bu ikili olguyu diğer bir olguyla birleştiremezsen asla tamamlanmıyor. Ve hatta bir işe yaramıyor. Çizmekte olduğun daireyi yarım bırakırsan ona daire denmez yarımay denir. Yani daireyi tamamlamak, nimeti Allaha itaat ve Allah’a karşı takvada kullanmaktır.

Sabır ve şükür kavramlarını daha iyi anlayabilmek için bu kitabı mutlaka okuyun. Kitapta sunulan derli toplu bilgilerin kendi zihninizde de derlenip toparlandığını gördüğünüzde, bir ömür çalışarak bile elde edemeyeceğiniz kadar hikmet parçası biriktirmiş olursunuz. Yüzlerce âlimin biriktirdiği ömre bedel parçalar…

Bu hikmet hayatımızı da derleyip toparlar belki kimbilir…

Allaha emanet olun.

Umeyme Vera