Şehir kütüphanesinin dayattığı felsefe okumalarının yetmediğini anlamam, babamın kütüphanesindeki zenginliklere yönelme sebebi oldu. Büyük zengin kütüphanemizin en ilginç kitapları ise İnsan yayınlarının meşhur kitaplarıydı.
O acayip şehir kütüphanesindeki felsefe kültürünün en büyük
seslenişi, kavrayış melekelerime
yönelikti. Felsefe kitaplarını
okuyabildikten sonra, hangi konu yelpazesinde olursa olsun kitap okumak kolay
oluyordu artık.
MODERNİZMİN İSLAM DÜNYASINA GİRİŞİ adlı kitap, ilk okuduğumda
devasa bir bilinç depremi oluşturmuş, bunun gibi kitapları okumaya devam etmem
için adeta bir kapı görevi üstlenmişti. Böylece, okuduğum bütün batı kaynaklı
felsefe kitaplarıyla ilgili edinimlerimden de aldığım yardımla, İslam ve batı medeniyeti, İslam kültürü ve
batı kültürü kafamda şekilleniyor ve İslam kültürünün modern akımlarla kurduğu
temasları adım adım takip edebiliyordum.
İslam üzerinde gerçekleştirilmesi amaçlanan bütün tahribat
faaliyetlerinin birinci ve baş meselelerimin arasında yer almasına bunun gibi
eserlerin büyük roller oynağı, bu kitabı ikinci okuyuşumda kendini ele
verdi. M Muhammet Hüseyin’in bu kitabı
öyle kalıcı fay hatları oluşturmuştu ki, hala sarsıntılarını hissettirecek
kadar kuvvetliydiler.
Bugün kuran ahkâmının
tahribatı meselesi etrafına akın akın öbeklenen modernist seslerin, beni çok
yakından ilgilendiren meselelerin başında olması, bu eserdeki temelden
kaynaklanıyor olsa gerek.
Bu kitap, batı dünyasının İslam dünyasının temelinde bulunan
bütün dinamiklere müdahale ederek onun, hem maddi hem de manevi kaynaklarını
sömürüş olayını hikâye ediyor.
Yazara göre, Batı dünyasının İslam dünyasını modernleştirmek
istemesinin aslı, onu sömürüye daha yatkın ve uyumlu bir hale getirme
çabasından başka bir şey değildir. Ve ayrıca medenileştirdiği İslam dünyasındaki
cihat hareketlerini de denetleyerek kendi varlığını emniyet altına almış
olacaktı. Batı, kendi karşısında
duracak, asil ve kuvvetli değerleri olan bir İslam dünyası istemiyor, güçlü
cihat hareketleri olan kökü toprakta başı semaya kadar uzanan bu din ile
yaptığı mücadelede üşenmeden hiçbir kaynağı kullanmamaktan kaçınmıyor.
Batılı düşünce, İslam dünyasındaki çıkarlarını devam
ettirmek için silahlı ordu kullanmak istemiyor onun yerine bazı adamları
kullanarak reform, modernizm, hürrüyet, özgürlük ve milliyetçilik gibi
kuramların karanlık ruhlarıyla İslam dünyasının aydınlık semalarını karartmaya
çalışıyordu. Bütün kavramlarıyla zaten kökleşmiş, kendi kemaletini tamamlamış
bu dine sonralardan böyle bazı kavramları dayatıyor ve zaten aslında var olan
bütün kavramları eleştiriyordu. Böyle
örgütsel çalışmaların askeri faaliyetten farkı, daha etkin ve kolay olmasıydı. Medeniyet hareketi dediği şeydeki tek amacı,
üçüncü dünya ülkelerini daha sorunsuzca sömürmek, herhangi bir direnişle
karşılaşmadan işine bakmaktı.
Kısacası, Batıyla çelişmeyecek bir İslam anlayışı
geliştirmek için İslam’ı yeniden yoruma tabi tutmayı öneriyordu. Maksadı kendi
çıkarları ve güvenliğiydi. İslam dünyasının sadece İslam’la yükseleceğini bile
bile batılı düşünceleri aşılamanın bundan başka ne amacı olabilirdi ki…
Sömürdükleri yerlerde kendi dilleri ve kültürlerini zorunlu
tutuyor, taklit etsinler diye batı
ülkelerine öğrenciler gönderiyor, ülkede misyonerlik için kolejler açıyor, İslam’ı
yeniden yorumlamak için kullandığı adamlara gazete dergi vb. faaliyetler için
finans aktarıyordu.
Kullandığı adamlar, önceleri içtihat kapısı kapanmamalı
derken, belli bir zaman sonrasında ise, bütün hükümler yeniden gözden
geçirilmelidir deme cüretini gösteriyorlardı. Dikkat çekmeden, Yavaş yavaş
hükümlere müdahale ediliyor, bir konuyu değerlendirdikten hemen sonra başka bir
konuya geçiyorlardı. Bankalar, faiz, ticaret hatta tesettür… “Tesettür iffetin sembolü değildir, batıdaki
dans tamamen sanattır ve bunda yanlış bir şey yoktur.” demeye kadar
götürmüşlerdi. Bankaların kullanımı konusunda ve haramlar hakkında çağa uygun
fetvalar veriliyor, kölelik sistemi faizle derinleştirilmeye çalışılıyordu.
Milliyetçilik gibi bazı ideolojiler aşılanmaya çalışılarak her
türlü ayrılık ve fitne tohumları ile İslam vahdetten uzaklaştırılıp
zayıflatılmaya batı ise güçlendirilmeye çalışılıyordu. Batı dünyası, karşısında
tek vücut bir toplum bulmak istemediğinden ayrılıkçı fikirlerin aşılanması için
elinden geleni yapıyordu.
Eserin birinci bölümünde, kendi toplumu için reformist ve
aykırı fikirleri, İslami gayret ve çalışma kisvesi altında yapan iki isimden
söz edilir: Rıfa Tahtavi ve Hayrettin Tenusi.
Bunlar din ve ümmet bütünlüğünü bir kenara bırakarak vatan
sevgisini aşılamaya, milliyetçilik tohumları ekmeye çalışırlar. Ta ki İslam
birliği bozulsun. Tahtavi, hiçbir ilahi şeriata uymakla yükümlü olmayan ve
bütünüyle hür irade üzerine kurulu bir toplumun hayalini kurar…
Yazar, eserin ikinci bölümünden oluşan yaklaşık 50 sayfalık
bölümün tamamında, meşhur Cemalettin Afgani ve Muhammet Abduh ‘dan bahsediyor.
Modernist reformist ve İslam kültürü ile batı kültürünü yaklaştırıcı
hareketlerin başkanlığını kuşkusuz bu iki ismin yürüttüğünü ifade eder.
Bu iki isimin, bazı etkili kurumlarca sürekli
propagandalarla gerçeğin aksine parlak ve meşhur gösterildiğinden dolayı gerçek
yüzlerinin daima gizlenmeye çalışıldığını anlatır. Onun bu çıkarsamasına
inanmamak mümkün değildir. Bu isimlerin
asrımızda bile koruyucusu, savunucusu ve takipçilerinin olduğunu gözlediğimizde
hayretler içinde kalabiliyoruz.
Oysa elimdeki eserde Afgani’nin kimliğinin bile doğru
olmadığı anlatılır. “Afgani kendi nesebini saklamıştır. Kendisinin Afganlı bir Sünni
olduğunu söyler. Fakat yapılan araştırmalar onun İranlı bir şii olduğunu kuşku
götürmez delillerle ortaya koymuştur. Seyit olduğunu ve nesebinin Hz. Hüseyin’e
dayandığını söylemesi de kimliği gibi asılsızdır.” Yazar onun gerçek kimliğini
ifşa eden delileri de kitabında anlatır.
Yazar bu bölümde Afgani ile ilgili şunları der: Mısır’a ilk gizli örgüt faaliyetini Afgani
sokmuştur. Her nereye gitmişse orada da çeşitli örgütler kurmuş ve daha yeni
kurulan örgütünün sayısı on binlere ulaşmış ve bu örgütlere tek bir Mısırlı
dahi üye olmamıştır. Hepsi de
Yahudilerden uluşmaktadır.
Faaliyet alanı, Şam, Mısır, Sudan’dan Tunus’a kadar uzanan “Urvetül
Vuska” adlı gizli bir örgüt kurmuştur. Örgütün faaliyet alanı çok geniştir.
Mısırda Fransız doğu locasına bağlı bir mason locası da kurmuştur.
Bu localar tarafından
aylık maaşı ödeniyor ve Yahudi konutları içinde evi de hazır tutuluyordu. Her yerde
gizli ihtilaller tezgâhlıyor ve gazete ve yayın organları kuruyordu. Her ülkede
böyle yayınları kurup etrafındaki adamlarına devrediyor ve uzaktan da olsa
sürekli denetliyordu.
Birçok suikast ve adam öldürme işinde adı geçiyor, mesela kitapta,
İran Şahı Nasruddin’e bir suikast tertiplediği yazıyor. Çünkü Şah Nasiruddin
kendisini kovmuş, o da İranlı Mirza Rıza denilen birine şahı öldürtmüş.
Başka suikast fiilleri de var. Zaten İran, Afgan,
Hicaz, Mısır, Türkiye, Fransa, Avusturya,
İngiltere, Rusya arasında sürekli mekik dokuyan bir kişi… “Bir bakıyorsunuz Araplara
özgü kıyafetler giyiniyor, bir bakıyorsunuz şii âlimleri gibi giyinmiş, bir
akıyorsunuz türk fesi giymiş! Nereye gitse oradaki kişiliğine devam eden
onlarca kişilik ve kılıkta dolaşan bir tip… Bu bitip tükenmeyen seyahatlerini de
kimin finanse ettiği merak konusu. İngiliz mr Blunt ile kurduğu yakın ilişkiler
de çok dikkat çekiyor. Ne zaman İngiltere’ye
gitse onun evinde sınırsızca ikamet ediyor.
Yazar, Afgan’inin en
yakın arkadaşları hristiyan ve yahudilerden oluştuğunun, hatta doktorunun bile Yahudi
olduğunun altını ısrarla çiziyor. Daima İslam birliğinden söz ettiği halde
kurduğu örgütler gazete dergi vs. yayın kurulları hep yahudi üyelerle dolu
olduğunu beyan ediyor.
Cemalettin Afgani deyince, Fransa’da doğan özgürlükçü akımı
Mısır’da yaymak ve insanları bütün dinlerin bağından azat etmek isteyen, bir
bakmışsın Darvinci bir bakmışsın vahdeti vücutçu, bir bakmışsın derin bir
filozof kılığına bürünerek İslam’a tahribatlar vermeye adanmış bir ömür akla
geliyor.
Osmanlı Şeyhul İslam’ı Hasan Fehmi Efendinin, peygamberliği
sanatlardan bir sanat kabul ettiği, peygamberlikle filozofluğu bir tuttuğu için
ve başka mülhit fikirleri yüzünden onu İstanbul’dan kovduğu anlatılır. El Ezher
üniversitesindeki Şeyh Uleys tarafından yediği dayak da tarih kayıtlarında
mevcuttur.
İslam toplumlarında kurduğu gizli örgütlerle ülkeleri
karıştıran suikastlarla ve din bağını koparmış liberal özgürlükçülükle anılmış,
İslam inancını tahrif etmek için elinden geleni yapmış ve din düşmanlarının
açık desteğini arkasına almış bir adam…
Gelelim sadık bağımlı ve tutkulu öğrencisi Muhammet Abduh
‘a… Gerçekten nede sadık bir öğrenciymiş! Adeta sadık bir köle gibi Afgani’nin peşi
sıra gidiyor. Her şeye onun gözüyle
bakıp onun aklıyla değerlendiriyor. Bir konuşmasında “Şamata çıkarmak için emir
aldım” dediği gibi, şunun için bunun için efendimden (Afgani) emir aldım deyip
duruyor.
İkisinin de sürekli temas halinde olduğu Cromer adındaki
müsteşriğin şöyle dediği kaydedilmiş ,
“Şeyh Muhammet Abduh’un önderi olduğu ekolün Müslüman toplumu tarafından
benimsenip benimsenmeyeceğini zaman gösterecek ben şahsen yavaş da olsa taraftar
kazanacağını ümit ediyorum. Kuşkusuz İslami reformist hareketin geleceği,
Muhammet Abduh’un çizdiği yolda ümit vadediyor. Ve o yolun yolcuları Avrupa’nın
her türlü yardım ve teşviklerine layıktırlar. Onlar İslam birliği düşüncesi
etkisinde değiller. (Onların işi) Batı medeniyetiyle hiçbir çatışmaya girmeden
yardımlaşmak onu alıp kendi ülkelerine sokmaktır.” Onun bu sözleri bu iki
kişinin gerçek yüzlerini ortaya dökmüş oluyor.
Mr Blunt’un, Abduh için özgürlükçü ve liberalist diye
nitelemesinden anlaşılıyor ki bu ekol batılı düşünürlerle el ele, akılcı bir ekoldür. Bu ekolun mensupları İslam ile batı arasında
yakınlık sağlama görevini üstleniyorlar. İngiliz bir papaz olan İsaac Taylor’un
başlattığı İslam medeniyeti ile batıyı yakınlaştırma eylemi Muhammet Abduh’un
bu çalışmalarıyla doruklara ulaştı.
Anlaşılan o ki Abduh, Fransa’nın akılcı ve özgürlükçü
devrimi ve din olgusundan tamamen sıyrılarak insan aklına dayanan yönetim şeklini
İslam dünyasına taşımakla görevlendirmiş olan ve adım adım dini tahrip ederek
kökünü kesmeye çalışmak için eğitilmiş bir adamdır.
Kitabın bir sonraki bölümünde yazar, Hindistan, Mısır, Pakistan, İran Irak,
Endonezya, Suriye ve Lübnan gibi İslam ülkelerinden katılımlarla gerçekleşen
bir takım kongrelerden bahseder. Kongreye bizzat Müslüman ülkelerde yaşayıp
Müslümanların içine ustalıkla sızmış kişilerin katıldığı gibi, aynı zamanda İslami
konularda araştırmalarda bulunan Amerikalı araştırmacılarında katıldığını
söyler.
Bütün Batılılaştırma çalışmaları bu kongrelerin genel
hasılatıdır. Çünkü bu kongrelerde toplanan konuşmacıların her biri kendi
yaptığı çirkin işleri kurula tezler halinde sunar. Herkes, kendi çalışmalarını,
çıkarımlarını, başarılarını, öneri ve tekliflerini sunarak, İslam dünyasını
sömürmenin, İslami bilincini tahrif etmenin, kuran ahkâmını yok etmenin
planlarını yapar. En güzel işler en büyük ödüllere layık tutulur. Ödüller
övgüler alkışlar…
Bütün bunları yazarken, şunu ilave etmeden duramayacağım: Bazı Müslüman düşünürlerimiz, kimi zaman
samimiyetinden dolayı, kimi zamanda aklı çelinerek şöyle bir çıkarsamada
bulunuyorlar: “Bütün bunları yapmış olamazlar bu onları çok yükseklerde görmek
olur.”
Bu tip düşünceler kuma baş gömmekten başkası değildir. Hadi
Elimizde bulunan bu tarihi vesikaları inkâr edelim, burnumuza kadar uzanan bu
reformcu akılcı kişilere ne demeliyiz acaba? Biz inkâr ettikçe onlar kökleşiyor
ve destek buluyorlar.
Bu kongreler şarkiyatçılık adı altında yapılıyor. Buna
oryantalistlik te deniliyor. Bütün bu gayretlerin amacı İslam medeniyetini
ortadan kaldırıp, süper güç ve devlet haline gelmek. Gücünü sömürdüğü
ülkelerden alan batı medeniyetinin bugün geldiği nokta yaptığı bu kongrelerde
gizlidir.
Medeniyetler ittifakı, koca bir yalandan başkası değildir.
Onun aslı bütün medeniyetleri eritmek ve hepsini batı medeniyetine boyun
eğdirmektir. Çünkü önceleri batı teknolojisini örnek alalım diyen reformist
kişiler daha sonra “Müslüman ülkeler
batının sadece bir kısmını alarak başarı elde edemezler. Hepsini alırlarsa
ancak başarırlar.” deme cüretini gösterdiler. Bu bir felaket tellallığı değil, felaketin ta
kendisidir. Ama Allah’ın kuşatıcı gücü kendi dinini daima bekayette kılacaktır,
bundan hiç şüphemiz yoktur.
Kitapta yazar, bu kongrelerde sunulan konuları uzun uzun
yazmış mutlaka ama mutlaka okumalısınız. Hepsini tasvir etmek bu makalemizin
sınırlarını aşacaktır.
Kitabın bir bölümünde
bu çalışmalara Yahudi işadamı Rockefeller ailesinin finansör olduğu yazıyor. Ve
batılı bir dinler tarihi bir profesörünün ” İslam in modern history” kitabını özetlerken şunun altını çiziyor. “
Müslümanları tarih boyunca uygulanan İslam’la gerçek İslam’ın farklı farklı
şeyler olduğuna inandırma” çalışması…
“ O yeryüzünde uygulanmasına imkan olmayan en yüksek bir
ideal ütopik bir düşüncedir. Çağlar boyunca insanların uyguladığı şey İslam
değildir, İslam tarihidir.”
“Biz İngiliz tipi bir Hristiyanlık olan kilise tarzında bize
ait ve toplumumuzun bir parçası olan bir Türk Müslümanlığı kurmak istiyoruz”
diyor profesör kitabında…
Yazar M Mumammed Hüseyin kitabın sonunu çok güzel bitiriyor.
Son bölümlerde İslam dinini tasvir edip, bütün bu sahte ideolojileri yerden
yere vuruyor. Bu çalışmaların bıraktığı izleri de esefle anlatıyor.
Kitabı mutlaka okuyun burada ifade etmeye çalıştığım
şeylerden daha fazlasını bulacak, eksik bütün parçaları yerleştirmiş olacaksınız.
Hatta etrafta çift atan reformist tipli kişilerin atacağı bir sonraki adımı bile
bilip ona göre gardınızı alacaksınız.
Bazılarının “ Biz bu sahtekâr kişilerin zehirli oklarından nasıl
kendimizi koruyacağız?” Diye sorduklarına şahit oluyorum.
Ben diyorum ki okuma yazma bilenlerimiz bir zahmet bütün bu
kitapları okusun, kuranı sünneti ve sahabe tarihini de mutlaka ….
Doğruyu ve doğruyu eğriltme çabalarını…
Çift yönlü okuma….
Allaha emanet olun…
Umeyme VERA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder