29 Haziran 2014 Pazar

Modernizmin İslam Dünyasına Girişi


modernizmin islam dünyasına girişi ile ilgili görsel sonucu

Şehir kütüphanesinin dayattığı felsefe okumalarının yetmediğini anlamam, babamın kütüphanesindeki zenginliklere yönelme sebebi oldu.  Büyük zengin kütüphanemizin en ilginç kitapları ise İnsan yayınlarının meşhur kitaplarıydı.
O acayip şehir kütüphanesindeki felsefe kültürünün en büyük seslenişi,  kavrayış melekelerime yönelikti.  Felsefe kitaplarını okuyabildikten sonra, hangi konu yelpazesinde olursa olsun kitap okumak kolay oluyordu artık.

MODERNİZMİN İSLAM DÜNYASINA GİRİŞİ adlı kitap, ilk okuduğumda devasa bir bilinç depremi oluşturmuş, bunun gibi kitapları okumaya devam etmem için adeta bir kapı görevi üstlenmişti. Böylece, okuduğum bütün batı kaynaklı felsefe kitaplarıyla ilgili edinimlerimden de aldığım yardımla,  İslam ve batı medeniyeti, İslam kültürü ve batı kültürü kafamda şekilleniyor ve İslam kültürünün modern akımlarla kurduğu temasları adım adım takip edebiliyordum.
İslam üzerinde gerçekleştirilmesi amaçlanan bütün tahribat faaliyetlerinin birinci ve baş meselelerimin arasında yer almasına bunun gibi eserlerin büyük roller oynağı, bu kitabı ikinci okuyuşumda kendini ele verdi.   M Muhammet Hüseyin’in bu kitabı öyle kalıcı fay hatları oluşturmuştu ki, hala sarsıntılarını hissettirecek kadar kuvvetliydiler.
 Bugün kuran ahkâmının tahribatı meselesi etrafına akın akın öbeklenen modernist seslerin, beni çok yakından ilgilendiren meselelerin başında olması, bu eserdeki temelden kaynaklanıyor olsa gerek.
Bu kitap, batı dünyasının İslam dünyasının temelinde bulunan bütün dinamiklere müdahale ederek onun, hem maddi hem de manevi kaynaklarını sömürüş olayını hikâye ediyor.
Yazara göre, Batı dünyasının İslam dünyasını modernleştirmek istemesinin aslı, onu sömürüye daha yatkın ve uyumlu bir hale getirme çabasından başka bir şey değildir. Ve ayrıca medenileştirdiği İslam dünyasındaki cihat hareketlerini de denetleyerek kendi varlığını emniyet altına almış olacaktı.  Batı, kendi karşısında duracak, asil ve kuvvetli değerleri olan bir İslam dünyası istemiyor, güçlü cihat hareketleri olan kökü toprakta başı semaya kadar uzanan bu din ile yaptığı mücadelede üşenmeden hiçbir kaynağı kullanmamaktan kaçınmıyor.  

Batılı düşünce, İslam dünyasındaki çıkarlarını devam ettirmek için silahlı ordu kullanmak istemiyor onun yerine bazı adamları kullanarak reform,  modernizm,  hürrüyet, özgürlük ve milliyetçilik gibi kuramların karanlık ruhlarıyla İslam dünyasının aydınlık semalarını karartmaya çalışıyordu. Bütün kavramlarıyla zaten kökleşmiş, kendi kemaletini tamamlamış bu dine sonralardan böyle bazı kavramları dayatıyor ve zaten aslında var olan bütün kavramları eleştiriyordu.  Böyle örgütsel çalışmaların askeri faaliyetten farkı, daha etkin ve kolay olmasıydı.  Medeniyet hareketi dediği şeydeki tek amacı, üçüncü dünya ülkelerini daha sorunsuzca sömürmek, herhangi bir direnişle karşılaşmadan işine bakmaktı.

Kısacası, Batıyla çelişmeyecek bir İslam anlayışı geliştirmek için İslam’ı yeniden yoruma tabi tutmayı öneriyordu. Maksadı kendi çıkarları ve güvenliğiydi. İslam dünyasının sadece İslam’la yükseleceğini bile bile batılı düşünceleri aşılamanın bundan başka ne amacı olabilirdi ki…
Sömürdükleri yerlerde kendi dilleri ve kültürlerini zorunlu tutuyor,  taklit etsinler diye batı ülkelerine öğrenciler gönderiyor, ülkede misyonerlik için kolejler açıyor, İslam’ı yeniden yorumlamak için kullandığı adamlara gazete dergi vb. faaliyetler için finans aktarıyordu.

Kullandığı adamlar, önceleri içtihat kapısı kapanmamalı derken, belli bir zaman sonrasında ise, bütün hükümler yeniden gözden geçirilmelidir deme cüretini gösteriyorlardı. Dikkat çekmeden, Yavaş yavaş hükümlere müdahale ediliyor, bir konuyu değerlendirdikten hemen sonra başka bir konuya geçiyorlardı. Bankalar, faiz, ticaret hatta tesettür…  “Tesettür iffetin sembolü değildir, batıdaki dans tamamen sanattır ve bunda yanlış bir şey yoktur.” demeye kadar götürmüşlerdi. Bankaların kullanımı konusunda ve haramlar hakkında çağa uygun fetvalar veriliyor, kölelik sistemi faizle derinleştirilmeye çalışılıyordu.

Milliyetçilik gibi bazı ideolojiler aşılanmaya çalışılarak her türlü ayrılık ve fitne tohumları ile İslam vahdetten uzaklaştırılıp zayıflatılmaya batı ise güçlendirilmeye çalışılıyordu. Batı dünyası, karşısında tek vücut bir toplum bulmak istemediğinden ayrılıkçı fikirlerin aşılanması için elinden geleni yapıyordu.

Eserin birinci bölümünde, kendi toplumu için reformist ve aykırı fikirleri, İslami gayret ve çalışma kisvesi altında yapan iki isimden söz edilir: Rıfa Tahtavi ve Hayrettin Tenusi.
Bunlar din ve ümmet bütünlüğünü bir kenara bırakarak vatan sevgisini aşılamaya, milliyetçilik tohumları ekmeye çalışırlar. Ta ki İslam birliği bozulsun. Tahtavi, hiçbir ilahi şeriata uymakla yükümlü olmayan ve bütünüyle hür irade üzerine kurulu bir toplumun hayalini kurar…

Yazar, eserin ikinci bölümünden oluşan yaklaşık 50 sayfalık bölümün tamamında, meşhur Cemalettin Afgani ve Muhammet Abduh ‘dan bahsediyor. Modernist reformist ve İslam kültürü ile batı kültürünü yaklaştırıcı hareketlerin başkanlığını kuşkusuz bu iki ismin yürüttüğünü ifade eder.
Bu iki isimin, bazı etkili kurumlarca sürekli propagandalarla gerçeğin aksine parlak ve meşhur gösterildiğinden dolayı gerçek yüzlerinin daima gizlenmeye çalışıldığını anlatır. Onun bu çıkarsamasına inanmamak mümkün değildir.  Bu isimlerin asrımızda bile koruyucusu, savunucusu ve takipçilerinin olduğunu gözlediğimizde hayretler içinde kalabiliyoruz.

Oysa elimdeki eserde Afgani’nin kimliğinin bile doğru olmadığı anlatılır. “Afgani kendi nesebini saklamıştır. Kendisinin Afganlı bir Sünni olduğunu söyler. Fakat yapılan araştırmalar onun İranlı bir şii olduğunu kuşku götürmez delillerle ortaya koymuştur. Seyit olduğunu ve nesebinin Hz. Hüseyin’e dayandığını söylemesi de kimliği gibi asılsızdır.” Yazar onun gerçek kimliğini ifşa eden delileri de kitabında anlatır. 

Yazar bu bölümde Afgani ile ilgili şunları der:  Mısır’a ilk gizli örgüt faaliyetini Afgani sokmuştur. Her nereye gitmişse orada da çeşitli örgütler kurmuş ve daha yeni kurulan örgütünün sayısı on binlere ulaşmış ve bu örgütlere tek bir Mısırlı dahi üye olmamıştır.  Hepsi de Yahudilerden uluşmaktadır.    
Faaliyet alanı, Şam, Mısır, Sudan’dan Tunus’a kadar uzanan “Urvetül Vuska” adlı gizli bir örgüt kurmuştur. Örgütün faaliyet alanı çok geniştir. Mısırda Fransız doğu locasına bağlı bir mason locası da kurmuştur.

 Bu localar tarafından aylık maaşı ödeniyor ve Yahudi konutları içinde evi de hazır tutuluyordu. Her yerde gizli ihtilaller tezgâhlıyor ve gazete ve yayın organları kuruyordu. Her ülkede böyle yayınları kurup etrafındaki adamlarına devrediyor ve uzaktan da olsa sürekli denetliyordu.
Birçok suikast ve adam öldürme işinde adı geçiyor, mesela kitapta, İran Şahı Nasruddin’e bir suikast tertiplediği yazıyor. Çünkü Şah Nasiruddin kendisini kovmuş, o da İranlı Mirza Rıza denilen birine şahı öldürtmüş.

Başka suikast fiilleri de var. Zaten İran, Afgan, Hicaz,  Mısır, Türkiye, Fransa, Avusturya, İngiltere, Rusya arasında sürekli mekik dokuyan bir kişi… “Bir bakıyorsunuz Araplara özgü kıyafetler giyiniyor, bir bakıyorsunuz şii âlimleri gibi giyinmiş, bir akıyorsunuz türk fesi giymiş! Nereye gitse oradaki kişiliğine devam eden onlarca kişilik ve kılıkta dolaşan bir tip… Bu bitip tükenmeyen seyahatlerini de kimin finanse ettiği merak konusu. İngiliz mr Blunt ile kurduğu yakın ilişkiler de çok dikkat çekiyor.  Ne zaman İngiltere’ye gitse onun evinde sınırsızca ikamet ediyor.

 Yazar, Afgan’inin en yakın arkadaşları hristiyan ve yahudilerden oluştuğunun, hatta doktorunun bile Yahudi olduğunun altını ısrarla çiziyor. Daima İslam birliğinden söz ettiği halde kurduğu örgütler gazete dergi vs. yayın kurulları hep yahudi üyelerle dolu olduğunu beyan ediyor.
Cemalettin Afgani deyince, Fransa’da doğan özgürlükçü akımı Mısır’da yaymak ve insanları bütün dinlerin bağından azat etmek isteyen, bir bakmışsın Darvinci bir bakmışsın vahdeti vücutçu, bir bakmışsın derin bir filozof kılığına bürünerek İslam’a tahribatlar vermeye adanmış bir ömür akla geliyor.

Osmanlı Şeyhul İslam’ı Hasan Fehmi Efendinin, peygamberliği sanatlardan bir sanat kabul ettiği, peygamberlikle filozofluğu bir tuttuğu için ve başka mülhit fikirleri yüzünden onu İstanbul’dan kovduğu anlatılır. El Ezher üniversitesindeki Şeyh Uleys tarafından yediği dayak da tarih kayıtlarında mevcuttur.

İslam toplumlarında kurduğu gizli örgütlerle ülkeleri karıştıran suikastlarla ve din bağını koparmış liberal özgürlükçülükle anılmış, İslam inancını tahrif etmek için elinden geleni yapmış ve din düşmanlarının açık desteğini arkasına almış bir adam…

Gelelim sadık bağımlı ve tutkulu öğrencisi Muhammet Abduh ‘a…  Gerçekten nede sadık bir öğrenciymiş!  Adeta sadık bir köle gibi Afgani’nin peşi sıra gidiyor.  Her şeye onun gözüyle bakıp onun aklıyla değerlendiriyor. Bir konuşmasında “Şamata çıkarmak için emir aldım” dediği gibi, şunun için bunun için efendimden (Afgani) emir aldım deyip duruyor.

İkisinin de sürekli temas halinde olduğu Cromer adındaki müsteşriğin şöyle dediği kaydedilmiş ,   “Şeyh Muhammet Abduh’un önderi olduğu ekolün Müslüman toplumu tarafından benimsenip benimsenmeyeceğini zaman gösterecek ben şahsen yavaş da olsa taraftar kazanacağını ümit ediyorum. Kuşkusuz İslami reformist hareketin geleceği, Muhammet Abduh’un çizdiği yolda ümit vadediyor. Ve o yolun yolcuları Avrupa’nın her türlü yardım ve teşviklerine layıktırlar. Onlar İslam birliği düşüncesi etkisinde değiller. (Onların işi) Batı medeniyetiyle hiçbir çatışmaya girmeden yardımlaşmak onu alıp kendi ülkelerine sokmaktır.” Onun bu sözleri bu iki kişinin gerçek yüzlerini ortaya dökmüş oluyor.

 Mr Blunt’un,  Abduh için özgürlükçü ve liberalist diye nitelemesinden anlaşılıyor ki bu ekol batılı düşünürlerle el ele,  akılcı bir ekoldür.  Bu ekolun mensupları İslam ile batı arasında yakınlık sağlama görevini üstleniyorlar. İngiliz bir papaz olan İsaac Taylor’un başlattığı İslam medeniyeti ile batıyı yakınlaştırma eylemi Muhammet Abduh’un bu çalışmalarıyla doruklara ulaştı.

Anlaşılan o ki Abduh, Fransa’nın akılcı ve özgürlükçü devrimi ve din olgusundan tamamen sıyrılarak insan aklına dayanan yönetim şeklini İslam dünyasına taşımakla görevlendirmiş olan ve adım adım dini tahrip ederek kökünü kesmeye çalışmak için eğitilmiş bir adamdır.

Kitabın bir sonraki bölümünde yazar,  Hindistan, Mısır, Pakistan, İran Irak, Endonezya, Suriye ve Lübnan gibi İslam ülkelerinden katılımlarla gerçekleşen bir takım kongrelerden bahseder. Kongreye bizzat Müslüman ülkelerde yaşayıp Müslümanların içine ustalıkla sızmış kişilerin katıldığı gibi, aynı zamanda İslami konularda araştırmalarda bulunan Amerikalı araştırmacılarında katıldığını söyler.
Bütün Batılılaştırma çalışmaları bu kongrelerin genel hasılatıdır. Çünkü bu kongrelerde toplanan konuşmacıların her biri kendi yaptığı çirkin işleri kurula tezler halinde sunar. Herkes, kendi çalışmalarını, çıkarımlarını, başarılarını, öneri ve tekliflerini sunarak, İslam dünyasını sömürmenin, İslami bilincini tahrif etmenin, kuran ahkâmını yok etmenin planlarını yapar. En güzel işler en büyük ödüllere layık tutulur. Ödüller övgüler alkışlar…

Bütün bunları yazarken, şunu ilave etmeden duramayacağım:  Bazı Müslüman düşünürlerimiz, kimi zaman samimiyetinden dolayı, kimi zamanda aklı çelinerek şöyle bir çıkarsamada bulunuyorlar: “Bütün bunları yapmış olamazlar bu onları çok yükseklerde görmek olur.”
Bu tip düşünceler kuma baş gömmekten başkası değildir. Hadi Elimizde bulunan bu tarihi vesikaları inkâr edelim, burnumuza kadar uzanan bu reformcu akılcı kişilere ne demeliyiz acaba? Biz inkâr ettikçe onlar kökleşiyor ve destek buluyorlar.

Bu kongreler şarkiyatçılık adı altında yapılıyor. Buna oryantalistlik te deniliyor. Bütün bu gayretlerin amacı İslam medeniyetini ortadan kaldırıp, süper güç ve devlet haline gelmek. Gücünü sömürdüğü ülkelerden alan batı medeniyetinin bugün geldiği nokta yaptığı bu kongrelerde gizlidir.
Medeniyetler ittifakı, koca bir yalandan başkası değildir. Onun aslı bütün medeniyetleri eritmek ve hepsini batı medeniyetine boyun eğdirmektir. Çünkü önceleri batı teknolojisini örnek alalım diyen reformist kişiler daha sonra  “Müslüman ülkeler batının sadece bir kısmını alarak başarı elde edemezler. Hepsini alırlarsa ancak başarırlar.” deme cüretini gösterdiler.  Bu bir felaket tellallığı değil, felaketin ta kendisidir. Ama Allah’ın kuşatıcı gücü kendi dinini daima bekayette kılacaktır, bundan hiç şüphemiz yoktur.

Kitapta yazar, bu kongrelerde sunulan konuları uzun uzun yazmış mutlaka ama mutlaka okumalısınız. Hepsini tasvir etmek bu makalemizin sınırlarını aşacaktır.
 Kitabın bir bölümünde bu çalışmalara Yahudi işadamı Rockefeller ailesinin finansör olduğu yazıyor. Ve batılı bir dinler tarihi bir profesörünün ” İslam in modern history”  kitabını özetlerken şunun altını çiziyor. “ Müslümanları tarih boyunca uygulanan İslam’la gerçek İslam’ın farklı farklı şeyler olduğuna inandırma” çalışması…

“ O yeryüzünde uygulanmasına imkan olmayan en yüksek bir ideal ütopik bir düşüncedir. Çağlar boyunca insanların uyguladığı şey İslam değildir, İslam tarihidir.”
“Biz İngiliz tipi bir Hristiyanlık olan kilise tarzında bize ait ve toplumumuzun bir parçası olan bir Türk Müslümanlığı kurmak istiyoruz” diyor profesör kitabında…
Yazar M Mumammed Hüseyin kitabın sonunu çok güzel bitiriyor. Son bölümlerde İslam dinini tasvir edip, bütün bu sahte ideolojileri yerden yere vuruyor. Bu çalışmaların bıraktığı izleri de esefle anlatıyor.

Kitabı mutlaka okuyun burada ifade etmeye çalıştığım şeylerden daha fazlasını bulacak, eksik bütün parçaları yerleştirmiş olacaksınız. Hatta etrafta çift atan reformist tipli kişilerin atacağı bir sonraki adımı bile bilip ona göre gardınızı alacaksınız.  Bazılarının “ Biz bu sahtekâr kişilerin zehirli oklarından nasıl kendimizi koruyacağız?” Diye sorduklarına şahit oluyorum.
Ben diyorum ki okuma yazma bilenlerimiz bir zahmet bütün bu kitapları okusun, kuranı sünneti ve sahabe tarihini de mutlaka ….

Doğruyu ve doğruyu eğriltme çabalarını…
Çift yönlü okuma….
Allaha emanet olun…  

Umeyme VERA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder